Blogger Template by Blogcrowds


Ece Temelkuran' ı yıllar önce Kapadokya' da bir kadın zirvesinde dinlemiştim, bana fazla maskulen ve fazla iddialı gelmişti, belki de heyecanlıdır ve böyle örtüyordur üstünü diye geçiştirmiştim, anlattıklarına katılıyordum çünkü..Anlattıkları kadın olmak,erkek olmak ve bu bu haller üzerineydi..

Ağrı' nın Derinliği' nde ise Türk olmak ve Ermeni olmak üzerine yazmış..Ermeni olmak üzerine yazmış demek bence daha doğru çünkü araştırması hep bu yöne kaymış, Paris ve ABD' deki Ermeni Lobisi' nin önde gelen isimleri ile görüşmüş, Ermenistan' a gitmiş ve "içi titreyerek" Soykırım Müzesi' ni gezmiş, Türk tarihçilerle konuşmamaış ama ya da onların anlattıklarına içi titrediyse de bizi haberdar etmemiş bu ruh halinden..Onların acılarını ve gerekçelerini dinlemiş hep , Türklerin değil..

Ben sokakta kavga eden iki çocuk görsem, önce dayak yemiş olanın saçını okşarım haksız o olsa bile,dayak atan birşekilde daha güçlü ve dövülmenin ezikliği ile baş etmek zorunda değil diye, dayak yemek ruhu da çok acıtır diye..Öteki zaten öfkesini atarak biraz iyi etmiştir kendini diye..Ama sonra döner dayak atanı da ddinlerim mutlaka, genellikle anlatırken onun da dudakları titrer, onun ruhuna da ağır gelmiştir yaşadıkları, zaten almıştır alması gereken dersi kendiliğinden çoğu zaman, hele bir de damgalanma ve dışlanma korkusu öyle ürkek yapar ki onu da, yersiz savunmalar bile kaçınılmazdır..

Şimdi bu kitapta Ermeniler yerde yatan dayak yemiş çocuk,ve yazar bizi tam olarak anlattığım ruh haline büründürmek istiyor..Yani onu iyi etmeye uğraşıyor ama tarafsız kalmak için de anlamsız bir çaba içinde..Sadece dayak yiyenin saçlarını okşayarak tarafsız kalınmayacağını öğretmemiş olabilir mi hayat ona, bilmiyor mudur dönüp ötekine neden yaptın demesi gerektiğini ve illa ki sonuna ne için olursa olsun, haklı da olsan bu kadarını yapmamalıydın demenin gerçek adalet olduğunu..

Sadece dayak yemiş olmanın tek başına masumiyeti temsil etmediğini bilmemek mümkün müdür..

Kitapta Ermenilerin en büyük problemi soykırım iddiaları değil de vatansızlıkları, bu topraklarda yani Anadolu' da bir zamanlar yaşadıklarının hatırlanmasını istemeleri imiş gibi bir aktarım söz konusu..Ağrı Dağına olan aşkları..Çocuklarını da bu özlemle ve bu acının aktarımıyla büyüttükleri..Eğer sadece bu ise Ermeni meselesi, saygı ile kucaklarım bu özlemi, hep birlikte hatırlayalım, burası onların da vatanı idi bir zamanlar derim en ön saflarda..

“ Ben senin bir zamanlar öldüğünü ispatlamanı istemiyorum. Ben, benim ülkemin senin bir zamanlar bu topraklarda yaşadığını hatırlamasını istiyorum, bu daha önemli, bu daha gerekli şimdi.. ”



Kütüphanemde bekleyen ama elime aldığımda iki günde biten türden..İki gün boyunca neden o kadar çok yemek yediğimi ve doy-a-madığımı düşününce, gerçekçi anlatımına ve Behçet Necatigil' in muhteşem çevirisine suç bulmamak mümkün değil..

Kitabı okurken açlıktan ne kadar korktuğumu fark ettim..Ahlaklı olmanın hiç bir durumda kişiyi terk etmediğini ve de..Bu ahlaklı kitap kahramanı 1800 lü yıllarda yaşıyor, çoğu zaman aç ve tek geçim kaynağı yazdığı makaleler, ama açlığın sebep olduğu fizyolojik ve psikolojik buhranlar çoğu zaman yazmasına da engel oluyor..Kitap bunu anlatıyor; açlığı, yazamayı ve yazamayacak hale gelmeyi, ahlaklı olmayı ve kalabilmeyi, açlığın kişiyi ne hale getirdiğini..

Knut Hamsun Nobel Ödüllü bir yazar, başarıyı yakalamaya başladığı eseri ise "Açlık", öncesindeyse açlık onun da hayatının gerçeklerinden biri,inadırıcılığını buna borçlu bu kitap..



...Latin şairi Juvenalis demiş ki; "Saygıların en büyüğünü çocuğa borçluyuz"...



İtalya'nın ilk kadın doktoru Maria Montessori' nin yazdığı Annelik Sanatı' nda bugünlerde aklım..Rüzgar 6 aylıkken okumuştum, şimdi yaklaşık 14 aylıkken ve evde "Ben de varım!!!" vurguları artmışken tekrar okudum altını çizdiğim her satırını..Yazmassam olmaz dedim..


Bir:
Çocuğun kişilik gelişiminin çocuk adına çilelerle dolu olduğunu; çocuğun yeteneklerini hayata geçirmek için ortaya koyduğu çabanın saygıya değer olduğunu ve de bunu başarabilen çocukların coşkunluğunu anlatıyor her fırsatta kitap ve en can alıcı cümlelerden biri; çocuğun insanoğlunun babası olduğu..


İki:
Her çocuğun bir duyarlılık dönemi hatta dönemleri olduğuna dair örnek şahane.Kelebek yumurtasındaki tırtıl kabuğunu delip dışarı çıktığında ışığa duyarlıdır, ışık sayesinde dalın ucuna ilerler ve taze yapraklarla oburluğunu giderir.Tırtıl başka besinler yiyecek kadar büyüyünce ışığa duyarlılığını kaybeder!!!Yani bu duyarlılık döneminin yararlılığı bitmiştir; çocukların duyarlılık dönemleri temel öğrenme açlıklarını tam da duyarlı oldukları dönemde gidermeleri gerekliliği ile çok önemsenmelidir.Eğer bir duyarlılık dönemi es geçilirse o döneme has bir keşif olanağı bir daha gelmemek üzere yok olur.Bu duyarlılık dönemleri aşağı yukarı beş yaşına kadar sürermiş ve de.



Üç:
Çocukların kapris olarak nitelendirilen halleri mutlaka dikkate alınmalıdır.Bu hallerden sonra sıklıkla sakin bir döneme girer çocuk.O zaman bu hallerinin nedeni bulunmalı ve ihtiyaçları giderilmelidir.Nedeni bulduğumuz zaman çocuğu anlayabilir ve onunla işbirliği yapabiliriz.Çocuğun kendince tutturduğu gelişim yoluna "Onu yapma, bunun için çok küçüksün" diyerek engeller koyduğumuzda aldığı hallere sıkça huysuzluk der geçeriz.Ama nasıl ki her hastalık aslında işlevselse, yani bedenimize mücadele etmeyi öğretiyorsa; huysuzluğu da böyle değerlendirmeliyiz, yani çocuğun ilk huysuzlukları ruhunun ilk hastalıklarıdır.Her çocukça tepkinin huysuzluk olduğunu söylemek kolay, ama huysuzluk öyle sanıldığı kadar basit birşey değil ki. Huysuzluk herşeyden önce çözümlenmesi gereken bir sorundur.



Dört:
Hep der ya büyükler biz daha şanslı çocuklardık, kalabalıklarda ve oyunlarla büyüdük diye, Montessori de buna vurgu yapıyor.Belki o zamanlarda bedenleri daha büyük tehlike altındaydı çocukların, tıp bu kadar ilerlemiş değildi, çocuk ölümleri daha fazlaydı ama şimdi de çocuklarımızın ruhları tehlike altında.


Beş:
Evde düzen düzen diye tutturmam boşuna değilmiş, çocuklu ev dağinik olur diyenlere "Hayır, oğlumun bu dağınıklığı içselleştirmesini ve normal farz etmesini istemiyorum" dedim hep.O dağıttı ben topladım, şimdilerde onu da dahil etmeye başladım, gayet iyi kotarıyoruz anne oğul.Çocuğun düzene karşı son derece duyarlı olduğu aşama, önemli olduğu kadar esrarlı bir aşama imiş. Bu duyarlılık, çocukta bir yaşındayken başlayip iki yaşına kadar sürermiş.Çocukların doğaları gereği düzensiz olduklarına inanıla gelindiği için, dış düzene yönelik bir duyarlılık aşaması geçirmesini garipseyenler yanılıyorlarmış.Kitaptaki şu cümle özetliyor zaten herşeyi: "Çocuk çevresi tarafından biçimlendiğine göre, belli belirsiz bir yapıcı formulle yetinemiyor; ona kesin, dakik ve kararlı klavuzlar gerekli oluyor."



Altı:
Çocuk öyle amaçsız koşup zıplamaz.Sırf ortalığı alt üst etmek için onu bunu ellemez. Yapıcı hareketleri, yetişkinlerin hareketlerine dayanmaktadır. Onlara bakıp eşyaları nasıl kullandıklarını izleyerek işe girişir, onları taklit eder. Çocuk etraftaki yetişkinler gibi hareket etmeye çalışır, onların kullandıkları nesnelere el atar...Konuştuğum her anne çocuğunu oyuncaklardan çok gerçek hayat materyalleri ile ilgilendiğini söyler durur buna şaşırarak, kitabın bu konuda da söyledikleri var: "Büyüklerin bir başka yanılgısı da çocukların sırf renkli nesnelerle, cırlak renklerle ve şamata ile ilgilendiklerini sanmalarıdır."




Yedi:
Çocuk için yere yakın, doğru dürüst bir sedir hazırlanmalı, istediği zaman yatsın, istediği zaman kalksın. diyor Montessori, kendi tercih ettiği zamanlarda ulaşılabilir bir yatağının olması fikri içimi ısıtıyor, bunun hazırlığını yapıyorum..Tam da kendi seçimlerinde ısrarcı olduğu bir döneme geçmişken, uykunun seçenek olarak sunulması çok mantıklı.



Sekiz:
Üst düzeydeki hayvanlar yavrularının ihtiyaçlarına kendilerini ayarlarken, içgüdüsel olarak böyle hareket ederler.Anası yavru fili sürünün arasına getirdiği zaman, koskoca hayvanlar adımlarını yavrunun adımlarına göre ayarlarlar, yorulup durunca onlar da durur. Bizler ise şahane pusetler alırız yavrularımıza, sıklıkla şehir hayatına ve bize ayak uyduramayacaklarını bildiğimizden onlar pusette biz koşarak yaparız her işimizi.Gezmeye çıkardıkları zaman pekala yürüyebildiği halde arabaya oturturlar.Ben şimdilerde sırt çantama Rüzgar' a ne lazımsa koyup onun adımlarına uyuyorum dışarda.Her akşamüzeri iki saat, şükür ki zaman sıkıntım yok, olsaydı da 15 dakikamız bile olsa böyle geçirmesini sağlardım.. Sokakta her şeyle ayrı ayrı ilgileniyor, bazen bir karıncayı izliyor aralıksız 5 dakika.Ben napıyorum, duruyorum!!! Saygıyla onun keşiflerine onun kadar heyecanlamaya gayret ediyorum.



Dokuz:
Her çocuğun bir yaşam ritmi vardır ve ritm dilediğiniz anda değiştirebileceğimiz rastgele bir kavram değildir.Ona yardım bahanesi ile fincanı elinden alıp ben içireyim sana diye abanırız üzerine.Aslına dileğimiz yardım değil, bu kendimizinkine yabancı hareket ritmine son vermektir.Yetişkinler çocuğa aşağı yukarı böyle davranırlar.Bilinçsizce kalkar, çocuğun o doğal ama ağır ve hesaplı hareketlerini engellerler.Böylece bir sinek kovarmış gibi o tedirginlik konusunu ortadan kaldırıverir.Ama hangimizin aklına gelir ki yaptığımız o yersiz yardımlarla çocuğun yaşamını zehir etmekteyiz. Bunlar ömür boyunca acısını çekeceği çeşitli baskıların başlangıcıdır.



On:
Özetle Montessori der ki:
Alıştırmanın tekrarını ister çocuk, bıkamadan usanmadan, öğrenene kadar defalarca, bunu yapmalıyız mutlaka.
Özgür seçim yapmak ister, saygı duymalıyız.
Oyuncaklar' a ve oyuna bakışı Montessori metodunun en çok tartışılan noktalarından biri,kitapta diyor ki: "Elimizde önemli bir iş, önümüzde görülecek hatırı sayılır bir ödev varken hangimizin aklına oyun oynamak gelir, çocuk da öyle. Elinde önemli bir iş varken tutup da oyunla neden uğraşsın. Çocuk hiç durmaz, daha aşağı bir düzeyden daha üstüne çıkmaya savaşıp uğraştığı için her dakikasının her anının büyük değeri vardır. Oyuncakla oynama bu en nazik döneminde daha yüksek bir yaşamın temellerini atmakla uğraşması gereken çocuğa tanınan tek özgürlüktür. Dikkate değer bir seziyle psikanalistler hayal gücünün anormal gelişmeleriyle oyuna karşı aşırı ilgi belirtilerini ruhsal kaçış diye adlandırmıştır. Bunlara özellikle yetişkinlere fazla bağımlı çocuklarda rastlanır"
Ödüller ve cezalar 'ı gereksiz bulur Montessori yöntemi. Ödülün motivasyon arttırıcı olmadığını, çocuğun zaten özgür iradesi ile seçtiği ve ona dayatılmamış herşeyle ilgilendiğini; cezanın ise biz yetişkinlere göre hatalı olan davranışı azaltmadığını söyler. Temelde her ikisine de katılsam da biraz övgü biraz eleştiri hayatın tuzu biberi, benim en temel motivasyon kaynaklarımdır hayatta..
Sessizlik
Onur
Disiplin



Yöntem:
Alıştırmanın tekrarı
Özgür seçim
Hata deneyimi
Hareketlerin çözümlenmesi
Sessizlik alıştırması
Sosyal ilişkilerde düzgün davranış
Çevrede düzen
Kişisel temizliğe özen
Duyuların eğitimi
Okumadan ayrı yazma
Okumadan önce yazma
Kitapsız okuma
Özgür faaliyetli disiplin



Yöntemin uzak durdukları:
Ödüller ve cezalar
İmla klavuzları
Toplu dersler
Program ve sınavlar
Oyuncaklar ve şekerlemeler
Öğretmen masası
...

SONSÖZ
O çoğalmalı, ben azalmalıyım...





Babamın beni Anavarza Kalesi' ne götürdüğü günü unutamam..Heyecandan ağlamaklı olmak ne demek, o hal demek işte..İnce Mehmet buralarda mı at sürmüş, Yaşar Kemal burdan mı beslenmiş her romanında, acaba benim de ruhumun bir kısmı buraya mı aitmiş, beklesem İnce Memed gelirmiymiş..

"Anavarza toprağı, binlerce yıllık ölü Anavarza şehri, sarp kayalığında kaleleri, delirircesine taşan Ceyhan ırmağı, Savrun, Sumbas çayları, kuşları, kartalları, çiçek azmanı çieçekleriyle, böcek azmanı böcekleri, bire bin veren tarlaları, akçasazı, sarı sıcağın altında buz gibi aydınlık çaykaralarıyla, tozlu yolları uçan balıklarıyla, verimli, doğurgan, durmadan doğuran bolluğuyla Çukurovanın ortasına, sıcağına serilmiş, sevdayla, şehvetle, rahat gerinir."

İşte böyle severim ben Yaşar kemal' i, e bir de bence hala Toroslarda gezinen, olmadı benim ruhumun erkek tarafında kendini gösteren İnce Memed..

Dört cilt, her birini bir haftada bitirdim..Çok üzüldüm bittiğine..Ah unutsam da ilk defaymış gibi tekrar okusam..Çukurovamın ,memleketimin en güzel insan sesleri, en güzel deyişleri, en ballı küfürleri, en nallı bedduaları, en erkek İnce Memed' i..

İnce bedenine kocaman kahramanlıklar sığdıran, küçükken Ağasına büyüdüğünde ise bu düzene isyan eden, bunun için yaşayan, köylünün umudu..İnce Memed ölmez, çünkü her yerde görür köylü onu,imi timi bellisiz olsa da..


"Alidağı tarafına doğruldu. Bir kara bulut gibi köyün içinden süzüldü, çıktı. Gözden yitti. Çift koşma zamanıydı. Dikenlidüzünün beş köyü bir araya geldi. Genç kızlar en güzel giyitlerini giydiler. Yaşlı kadınlar sütbeyaz, sakız gibi beyaz başörtü bağladılar. Davullar çalındı... Büyük bir toy düğün oldu. Durmuş Ali bile hasta haline bakmadan oyun oynadı. Sonra bir sabah erkenden toptan çakırdikenliğe gidip ateşe verdiler. İnce Memedden bir daha haber alınamadı. İmi timi bellisiz oldu. O gün bu gündür, Dikenlidüzü köylüleri her yıl çift koşmazdan önce, çakırdikenliğe büyük bir toy düğünle ateş verirler. Ateş üç gün üç gece düzde, doludizgin yuvarlanır. Çakırdikenliği delicesine yanar. Yanan dikenlikten çığlıklar gelir. Bu ateşle birlikte de Alidağın doruğunda bir top ışık parlar. Dağın başı üç gün üç gece ağarır, gündüz gibi olur..."

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa