Blogger Template by Blogcrowds

ÇOCUĞUN NİTELİKLERİ

…Dinlemek ve duymak tamamıyla farklıdır. Çocuk şöyle diyor: “Duymakla ilgili bir zorluk yaşamıyorum ama dinlemekten bıktım. Duymak zorundasın –geveze anne oradadır- ama dinlemekle ilgili sorunum var. Dikkatimi veremiyorum.” Anne ve onun gevezeliği çocuktaki kıymetli bir şeyi mahvetmiştir: Onun dikkati. O son derece sıkılmıştır…

…Masumiyet, cesaret ve saflığın her ikisidir…

…Daha iyi bir dünyada her aile çocuklardan öğrenecektir. Onlara öğretmek için çok acele ediyorsun. Öyle görünüyor ki hiç kimse onlardan öğrenmiyor ve onların ne kadar çok öğretecek şeyi var. Ve onlara öğretecek senin hiçbir şeyin yok…

…Senin masumiyet olarak gördüğün şey vahşi olmaktan başka bir şey değildir. Senin saflık olarak gördüğün şey vahşi olmaktan başka bir şey değildir. Bir şekilde medeniyetin pençelerinin dışında kaldım…



...Ve bir kez yeterince güçlü olduğumda...Ve insanlar bu yüzden, “Çocuğun mümkün olduğunca çabuk yakasına yapış, vakit kaybetme çünkü çocuğu ne kadar erken kontrol edersen o kadar kolay olur. Bir kez çocuk yeterince güçlenirse o zaman onu isteklerin doğrultusunda boyun eğdirmek zor olacaktır” diye ısrar eder...

HAMİLELİK, DOĞUM VE BEBEKLİK

…Çocuklar senin aracılığınla gelir ama sana ait değildir. Onlara sevgini verebilirsin ama onlara fikirlerini dayatmamalısın…

…Ve “İnsanların sorunu nedir? ” diye sor. Bu tek bir şeye indirgenebilir: Anne. Çünkü anne psikolojik bir rahim sunmaya yeterli değildi, anne manevi bir rahim sunmaya yeterli değildi. Psikolojik olarak nevrozluydu, manevi olarak boştu. O yüzden çocuk için manevi besin yoktu, beslenmiyordu. Çocuk dünyaya fiziksel bir varlık olarak gelir, bir ruhu olmadan, merkezi olmadan. Anne merkezde değildi; çocuk nasıl merkezde olsun? Çocuk basitçe bir devamdı, annenin varlığının bir devamı…



…Ne tür bir ruhun geleceği senin nerede olduğuna bağlıdır…

…Bir anne bir çocuğa sarıldığında enerji akar. Enerji görünmezdir; biz ona sevgi, sıcaklık dedik...



…Annesi tarafından sevilmemiş çocuk kendisini varoluşta yabancılaşmış olarak bulacaktır. Varoluşa güvenemez. Kendi annesine bile güvenemezken başka birine nasıl güvenebilsin. Güven imkânsız hale gelir. Dünya ona eviymiş gibi gelmez. Şayet anne mutluysa, çocuğu emzirmekten keyif alırsa o zaman çocuk asla çok yemez çünkü güvenir; annesinin her zaman orada olduğunu bilir. Ne zaman aç hissetse ihtiyacı giderilir, o asla çok fazla yemez…

…Çocuk en başından itibaren yiyecek ve sevgi fikrini eşleştirir. Onlar neredeyse aynı madalyonun iki yüzü haline gelir. Onun sevgi nesnesi ve fikir nesnesi aynıdır…

…Ağlamak onda derin bir ihtiyaçtır. Ağlayarak o, her gün katarsisten geçer…



…Aksi taktirde durdurulmuş bir ağlamayla engellenmişlik durdurulur. Artık o bunu üst üste yığmaya devam edecektir. Ve sen üst üste yığılmış bir ağlamasın…

..Çocuk ne zaman hasta olursa ona daha çok ilgi gösterilir. Bu onda yanlış bir çağrışım yapar: Hasta olduğunda o diktatör halini alır, kendi kurallarını dayatır. Hastalıkların yüzde doksanı kendi kendine yaratılır, ilgi çekmek için, şefkat almak, önemli hissetmek için senin tarafından üretilir…




…“Yapamazsın, yapmayacaksın” bunların hepsi kirli sözcüklerdir…

KOŞULLANMA

…Onların mahremiyete, tam mahremiyete ihtiyacı vardır…Bir çocuk mahremiyete, muazzam bir şekilde, mümkün olduğunca çok, maksimum düzeyde ihtiyaç duyar, böylelikle kendi bireyselliğini müdahale edilmeden geliştirebilir…

…Anne babalar ne zaman çocuğu içine kapalı ya da tek başına görseler endişelenirler; hemen müdahil olurlar…



…Kişilik bir sargıdan başka bir şey değildir. Kişilik ( personality) güzel bir sözcükten, persona’ dan gelir; persona’ nın anlamı maskedir. Eski yunan tragedyalarında aktörler maske kullanırdı. Sona ses demektir, per içinden demektir…

…Çocuklar tek başlarına kalmaktan çok hoşlanırlar. Evet, anne babalar dikkatli, tetikte olmak zorundalar ki böylelikle çocuğa hiçbir zarar gelmesin ama bu negatif bir dikkattir; pozitif olarak müdahale etmemelidirler…

…Çocuklara soru sorabilecekleri şekilde yardım edilmeli ve anne babalar bu soruları gerçekten bilmedikleri sürece yanıtlamamalılar…



…“Söylediğim şeye inanmayın! Benim deneyimim bu ama onu size söylediğim anda o yanlış hale gelir çünkü o sizin için bir deneyim değildir. Ödünç alınmış bir bilgi engeldir”…

…Sirkte olan şey her zaman budur. Gidip görebilirsin. Aslanlar, güzel aslanlar bile kafestedir ve filler sirk yıldızının kamçısına göre hareket eder. Onlar aç bırakılmıştır ve sonra da ödüllendirilmiştir; ödül ve ceza. Tüm numara budur…



…Toplum anne baba iradesinin geniş halidir; anne baba bu toplumun ajanlarından başka bir şey değildir…

…Evet, bu basitçe hayatta kalma ihtiyacıdır. Çocuk yaşamak ister, bu yüzden uzlaşmaya başlar…

…O boyun eğdiği için ödüllendirilir; onun boyun eğmemesi cezalandırılır…

…Çocuklara saygı göster çünkü onlar kaynağa daha yakındır, sen çok uzağındasın…



…Bir anne de, bir baba da çocuklarına, “Bizden özgürleşmen gerek. Bize itaat etme, kendi zekâna güven. Yanlış yöne gitse bile bir köle olarak kalmandan ve her zaman doğru olmandan çok daha iyidir. Kendi başına hata yapıp onlardan öğrenmen, başka birini izleyip hata yapmamandan daha iyidir. Ancak o zaman takip etmek dışında bir şeyi asla öğrenemeyeceksin ve bu zehirdir, saf zehir” demek cesaret ister ve muazzam bir sevgi gerektirir…

…Normalde “hayır” denilen durumların yüzde doksan dokuzunda sadece otorite göstermek dışında bir neden yoktur…

…O tıpkı dünyanın kendi ekseninde yirmi dört saatte bir dönüş yapması gibi yedi yıllık hareketler yapar…İlk yedi yıl çok önemlidir çünkü hayatın temelleri burada yatar…Eğer bir çocuk yedi yaşına kadar masum, başkalarının fikri ile kirletilmeden bırakılabilirse, o zaman onun potansiyelinin gelişmesinden onu alıkoymak imkansız hale gelir…



…Yedi yaşından on dört yaşına kadar olan bir sonraki yedi yıllık döngü, hayata yeni bir katkıdır: Çocuğun cinsel enerjilerinin ilk kıpırdayışıdır; ancak bunlar sadece bir tür provadır…İkinci yedi yıl, hayattaki ikinci döngü, bir prova olarak önemlidir. Onlar buluşacak, karışacak, oynayacak, alışacaklar. Ve bu insanlığın neredeyse sapıklıklarının yüzde doksanından kurtulmasına yardım edecektir…

ANA BABALAR İÇİN TAVSİYE

…Mutsuzluk çok bulaşıcıdır, o bir hastalık gibidir. Eğer sen mutsuzsan seninle bağlantısı olan, ilişkisi olan, özellikle de çocuklar çok mutsuz olurlar. Ve çocuklar çok duyarlı, çok kırılgandır…



…Gerçekçi ol. Bir kurgu yaratma. Bir kurgunun içinde yaşıyor olmalısın. Asla bir “-meli” ile yaşama. Olanla yaşa; var olan her şey budur. Olan her şey, olandır…

…Sen bir anne olmayı seviyorsun ve çocuğa minnet duymalısın…

…Geçmiş zamanlarda çocuklar anne babalarından korkardı. Artık anne babalar çocuklarından korkuyor ama korku hala ortada. Tekerlek hareket etmiştir ama o aynı korkudur ve bir ilişki yalnızca korku yoksa var olabilir. Sevgi sadece korku olmadığında mümkündür…



…Şimdi sadece doğal ve mutlu ol! Çocukla dans et, çocuğu sev, çocuğa sarıl…

…Bazen öfkelenmek iyidir. Çocuk anne ya da babasının bir insan olduğunu öğrenmek zorundadır. Ve o da kızabilir. Ve eğer sen kızarsan çocuk da kızmakta özgür hissedecektir. Eğer sen asla kızmazsan çocuk suçlu hisseder. Her zaman bu kadar tatlı olan bir anneye nasıl kızmalıdır?...

…Sadece tatlı olma; ruh halin değiştikçe bazen acı, bazen tatlı ol. Ve bırak çocuk annesinin kendine ait ruh halleri ve değişik iklimleri olduğundan haberdar olsun; o da kendisi gibi bir insan…



…Bir çocuk yumuşaklığa ve sertliğe, yin ve yang’ a her zaman hazırlıklı olmak zorundadır. Durum ne olursa olsun, karşılık verebilmelidir…

…Tüm çocuklar ölümle ilgilidir; bu doğal meraklardan bir tanesidir. Ölümle ilgili soruları cevaplama; sadece bilmediğini, öleceğimizi ve göreceğimizi söyle. Ve bunun cevabını bilmediğin her şey için sessiz bir kabul olmasına izin ver…

…Şayet, bazen çocuğunda hoşuna gitmeyen bir şeyler bulursan kendi içine bak, onu orada bulacaksın; o çocuğa yansıtılır…



…Anne babalar çocukları hakkında şikayet ederken ne yaptıklarının farkında değildirler çünkü benim gözlemime göre çocukta yanlış bir şey varsa bu anne babadan geliyor olmalıdır. O yüzden çocuğun ne olmasını istiyorsan, ol. Dingin ol, şefkatli ol, sevgi dolu ol, neşeli ol…

…Sevgini ver ama hükmedilme. Çünkü çocukların algısı çok gelişkindir..

...Göründüğü kadarıyla onun hakkında aşırı endişelisin. Bazen bu bile onun zihninde gerginlik yaratabilir. Ona her şekilde özen göster ama endişelenmek özen göstermek değildir.Endişe çok tahrip edicidir...



...Hiçbir ilgi kötü değildir ama aşırı ilgi kötüdür...

...Anne aşırı güçlüdür ve onlar yumuşaktır ya da anne onların güçlü olmasına izin vermez. O zaman onlar tüm hayatları boyunca annelerin etrafında dolanırlar. Onlar yaşlansa bile, anne ölmüş ve gitmiş olsa bile hala önlüğünün iplerine tutunurlar; derinde onlar hala anneye bağımlıdır. Bu patolojik bir hal alır. O zaman adam karısına annesiymiş gibi bakmaya başlayabilir. O bir anne olmadan yaşayamaz. O kendisine annelik yapacak birisine ihtiyaç duyar...

...Eğer içerde bir şeylerin kaynadığını hissediyorsan ve bağırmıyorsan, çocuk olan şeyden çok rahatsız hisseder çünkü bu onun anlayacağının ötesinde bir şeydir. O hissedebilir...Senin bütün titreşimlerin bağırıyordur ve sen ise bağırmıyorsun ve hatta sen gülümsüyorsun ve kontrol ediyorsun...



...Çocukları kontrol etmenin en iyi yolu...Eğer sen birazcık kaotik hale gelirsen; onlar kontrollü hale geleceklerdir...

...Ona daha çok ve daha çok gülmeyi öğret...Onların tüm hayatı bir ibadet olacaktır çünkü kahkaha bir duadır...

...Eğer çocuk soruyorsa dürüst ol; eğer sormuyorsa gerek yok, henüz ilgilenmiyor...

GENÇLER

...Çünkü yeni kuşak daha zekidir. Zeka problem yaratır. Ve yeni kuşağın daha zeki olması doğaldır. Evrim böyle gerçekleşir...



...Çocuklar muazzam bir iş başarabilir ve onlarda bunu yapacak cesaret var. Belki anne babalar bunu yapmayabilir; onlar aşırı derecede koşullanmıştır...

...Kendini onlara göster ki hiçbir kopukluk olmasın. Bu onların da sana karşı samimi olmalarına yardım edecektir...

...Gençlerin bir gruba, herhangi birşeye ait olmak için güçlü bir arzusu vardır. Bu ihtiyaç neyi yansıtır? Bu tarz şeylerin gerçekleşmediğini Doğu’ da görebilirsin. Çocukların aileye ait olması gibi basit bir neden yüzünden bu tarz şeylerin olmadığını görebilirsin...

...Bana göre, bu hayal zamanını deneyimlemeleri onların hayatın daha farklı olabileceğini – mutsuz olması gerekmediğini, acı dolu olması gerekmediğini- hatırlamalarına yardım edecektir diye hissediyorum...



...Ben maddeciliğe karşı değilim ama tek başına maddecilik seni sadece ölüme götürebilir çünkü madde ölüdür. Eğer o manevi ihtiyaçlara hizmet ederse kesinlikle maddeciliğin yanındayım. Şayet maddecilik efendi değil de bir köle ise; o zaman o son derece iyidir...

...Eğer meyve zehirli hale dönüşürse ağacı mı suçlarsın yoksa meyveyi mi? Sen ağaçsın ve bu çılgın görünümlü genç insanlar senin meyvelerin...

...Mutluluk, kendinden geçmek tamamen unutulmuş bir lisandır. Toplumun mutsuzluğa olağanüstü bir yatırımı vardır...

...Toplum insanlıktan daha önemli hale gelmiştir...

...Mutluluktan kendinden geçmek her çocukta doğuştan vardır...

...Toplum hastadır ve o mutluluktan kendinden geçen insanlara izin veremez...



...Mutluluktan kendinden geçmek kafaya ait değildir. Mutluluktan kendinden geçmek kalbe aittir. Ne zaman bir şeyin içinde bütün olarak varsan kendinden geçersin. Mutluluktan kendinden geçmek kalbe aittir, bütüne aittir...

...Çünkü çocukluğundan itibaren sorumlu olmamak öğretilmiştir. Bağımlı olman öğretilmiştir. Sana babana karşı, annene karşı, ailene karşı, anavatanına karşı, tüm bu saçmalıklara karşı sorumlu olman öğretilmiştir. Ancak kendine karşı sorumlu olman gerektiği, hiç kimsenin senin sorumluluğunu almayacağı sana söylenmemiştir...

EĞİTİM

...Bir insan ne kadar bilgiliyse öğrenme kapasitesi o kadar düşüktür. Bu yüzden çocuklar yetişkinlerden daha çok öğrenme kapasitesine sahiptir...

...Benim eğitim vizyonum hayatın ayakta kalmak için bir mücadele olarak görülmemesidir; hayat bir kutlama olarak görülmelidir...

...Ve dünyada mevcut olan herşey – eğitim, seni bunlarla uyumlu olmaya hazırlamalı- ağaçlarla, kuşlarla, gökyüzüyle, Güneş’ le ve Ay’ la. Eğitim seni kendin olmaya hazırlamalı. Şu an o seni bir taklitçi olmaya hazırlıyor; o sana nasıl başkaları gibi olunacağını öğretiyor...




...”Eğitim sözcüğünün iki anlamı vardır, ikisi de güzeldir. Ne kadar uygulanmasa da bir anlamı gayet iyi bilinir. O da şudur: Senden birşey çıkartmak. “Eğitim” şu anlama gelir: Tıpkı bir kuyudan su çekmek gibi senin içinde olanı dışına çıkarmak, potansiyelini gerçekleştirmek...

...Ve sözcüğün diğer bir anlamı çok daha derindedir: “Eğitim” ( education) sözcüğü educare’ den gelir. Bu seni karanlıktan aydınlığa götürmek demektir. Muazzam öneme sahip bir anlam: Seni karanlıktan aydınlığa çıkarmak...

...Ve bu bedel çok büyüktür: Rahatlık edinirsin ama ruhunu kaybedersin...

...Eğitim şimdiye kadar zekanın eğitimi değil, hafızanın, anımsamanın eğitimi olmuştur. Hafıza zihindeki mekanik bir şeydir. Zeka bilinçtir. Zeka ruhunun bir parçasıdır, hafıza beynin bir parçasıdır. Hafıza bedene aittir. Zeka sana aittir...



...Devletin, düzenin ve toplumun kurumlarının hepsinin gelişimi engellediğini unutma. Onlar niçin gelişimi engelliyor? Çünkü her gelişme meydan okuma getirir ve onlar yerleşmiştir. Düzenin bozulmasını kim ister? İktidarda olanlar yeni hiçbirşeyin olmasını istemezler çünkü bu güç dengesini değiştirecektir...

...Eğitimin parçası olarak hiçbir türden sınav değil, her gün her saat öğretmenler tarafından gözlem olmalıdır. Hiç kimse kalmaz, hiç kimse geçmez: Sadece bazı insanlar daha hızlıdır ve bazı insanlar birazcık tembeldir...

...Kişi kendisidir, kıyaslanamaz. Bu nedenle sınavların bir yeri olmayacaktır...

...Ve herkes doğuştan bir şeydir. Onu ıskalayabilirsin, onu belki de bilmeyebilirsin...

...Tıpkı bir bahçıvanın ağaca yardım etmesi gibi...Ağacı daha hızlı büyüsün diye çekemezsin; bu şekilde hiçbir şey yapamazsın, pozitif olarak hiçbir şey yapılamaz. Tohumu ek, sula, gübre koy ve bekle! Ağaç kendiliğinden olur. Ağaç olurken kimsenin onu incitmemesini ve ona zarar vermemesini sağla. Öğretmenin işlevi budur: Öğretmen bir bahçıvan olmalıdır...



ANNE BABAYLA BARIŞMAK

...Öfkenin içinde sen başka birisinin hatası için kendini cezalandırırsın...

...Onlara nasıl bir anne ya da nasıl bir baba olunacağının öğretilmesi yerine onlara nasıl bir Hristiyan olunacağı, nasıl bir Marksist olunacağı, nasıl bir terzi olunacağı, nasıl bir tesisatçı olunacağı, nasıl bir felsefeci olunacağı öğretilmişti. Tüm bu şeyler iyidir ve gereklidir fakat temel birşey eksiktir. Eğer onlar çocuk yapacaksa, o zaman onların en önemli eğitimi nasıl bir anne olunacağı, nasıl bir baba olunacağı olmalıdır...



...Artık var olmayan geçmişle mücadele etmek ve kızmakla zamanını ve enerjini heba etmektense tüm enerjini bireyliğinin büyüsü olmaya aktar...

...Aile ile ilgili sorun şudur, çocuklar çocukluktan çıkar ama anne babalar asla ebeveynlikten çıkmazlar...

MEDİTASYON

...Meditasyon bizim yitirmiş olduğumuz doğal bir haldir. Çocuğun gözlerinin içine bak ve muazzam bir sessizlik ve masumiyet göreceksin. Her çocuk bir meditasyon haliyle gelir...

...O gerçekten kaybedilemez: O yalnızca unutulabilir. Biz meditasyoncular olarak doğduk, ondan sonra zihnin yöntemlerini öğrendik...



...Elbette o mistikler içindir. Fakat herkes bir mistiktir çünkü herkes fark edilmesi gereken büyük bir gizemi içinde taşır, herkes hayata geçirilmesi gereken büyük bir potansiyeli taşır. Herkes bir gelecekle doğar...

...Ve çocuklar buna en çok muktedir olanlardır. Onlar doğal mistiklerdir. Ve onlar toplum tarafından mahvedilmeden, diğer robotlar, diğer bozulmuş insanlar tarafından mahvedilmeden önce onların biraz meditasyonla tanışmalarına yardım etmek daha iyidir...



...Onlar zekalarını yitirmeye başladıkları gün zerafetlerini kaybetmeye başlarlar. Onlar doğal ritmlerini, doğal nezaketlerini kaybetmeye başlarlar ve plastik davranışları öğrenmeye başlarlar...

...Tam on dört yaşına yaklaşıyorken meditasyona başlaman gerekir. Her yedi yıldan sonra zihin değişir. On dördüncü yılda çok büyük bir değişim olacak...

...Çocuklar meditasyona dans aracılığıyla çok kolay girebilirler çünkü dans doğal olmayan, yapay bir şey değildir; insan dansın gerekliği ile doğar...

...Onların bastırılmış enerjisi açığa çıkarılmalıdır...


Bu kitabın bendeki karşılığı özetle hasettir desem..

En sevdiğim kitaplar listesinde ilk ondadır desem..

Şebnem İşigüzel bu kitapla Yunus Nadi ödülünü aldığında sadece 20 yaşındaydı desem..

Bunları ben yazmak istiyorum dediğimi öyle net hatırlıyorum ki..Sonra kitabın ilk sayfalarındaki sansür çığlıklarını, siyah bantlı satırları..Ölü sevicilikten bahsettiği için mi, ensesti anlattığı için mi, kendi sesini duymaktan hoşlanmayan bir millet olduğumuz için mi..

Seni seviyorum Şebnem İşigüzel..

Yattığım yerden gökyüzünü görüyorum. Gökyüzü yıldızsız. Hava yarın kapalı olacak. Belli de olmaz ya, bazen böyle gecelerin sabahları günlük güneşlik olabiliyor. Toprağın kokusu geliyor. Unutmuşum pencereyi kapatmayı. Şimdi gelir birisi, sorması gerekliymiş gibi: “Geçti mi başının ağrısı?” der. Sesimi çıkarmam, uyudu sanırlar. O zaman pencereyi de kapatır gider.
Sofrayı kaldırıyorlar. Tabak, çanak, bıçak, çatal sesleri içimi kıyıyor. Televizyon kimse tarafından izlenmese de açıktır. Bu evde yaşayan herkes sağırmış gibi de sesi ortalığı inletir. Babaanne de rahatsız olup kıstırmaz şunun sesini. Ablam kızını uyuturken kısar biraz. Ufaklık da yattığı yerden bağırır:
“Açın sesini, ben onu dinleyerek uyurum.”
Çocuklar nedense sever kalabalıkta, gürültüde bir yere kıvrılıp uyumayı. Ben de öyleydim küçükken. Düğünlerde masa üzerlerinde uyumasını severdim. Bütün çocuklar gazoz kapağı ve kamış toplama telâşındayken benim uykum geliverirdi. Orkestra ve insanların sesi uğultuya dönüşürdü. Annem başımın altına yastık niyetine hırkasını katlar koyardı. Bana zor gelen, uyandırılıp eve kadar yürümek zorunda kalmaktı.
Uyanmamak için diretmiştim bir keresinde. Omuzlarımdan tutup sarsmıştı annem. Babam hafiften bir tokat da atmıştı. Kaç yaşındaydım o zaman? Altı mı... yoksa beş mi?.. Annem sinirli ve bıkkın, hırkamı giydirirdi. O zaman da gözaltlarında torbalar vardı. Zaten o kış bir böbreğini aldırmak zorunda kalmıştı. Alnındaki derin çizgiler de yeni yeni oluşmaya başlamıştı. Kırmızı ruju gecenin o saatinde çoktan çıkmış, dudakları beyaza yakın bir pembeye dönüşmüş olurdu. Saçlarının diri dalgalarıysa çoktan çözülmüştür.
Düğünlere giderken yakası açık mor giysisini giyerdi. Oturmaktan etekleri buruşurdu. Giysisinin sedefli düğmeleri, düğmelerin içinde ise sadece benim görebildiğim renkler vardı.
Düşündüğüm çıktı. Bizim küçük kız, televizyonun sesini açmalarını söylüyor. Birisi geldi; oğlan kardeşim olmalı. Komünistlerle birlikte duvarlara yazı yazıyor. Geçen gün okulun duvarındaki yazıyı işaret etti. ‘Faşistlere ölüm.’ O yazmış.
“Faşist ne demek?” diye sordum.
“Anlatsam da anlamazsın,” dedi.
Sonra böyle söylediği için pişman oldu.
“Bizim karşımızdakiler,” dedi.
Okuduğu kitaplardan birşeyler anlatmaya başladı. Göz ucuyla tekrar baktım yazıya.
“Aceleyle yazmışsın,” dedim.
“İbneler gelip sıkıştırırlar diye...”
“Faşistler ibne de mi oluyorlar?”
“Lâfın gelişi.”
Babam küfrediyor. Ellerindeki boyaları iyice çıkaramamış olmalı ki, komünistlerle yazı yazdığını anladı. Kötü şeyler söylüyor: “Sen de,” diyor, “sen de öteki piçler gibi televizyon seyredip odana gidip otuzbir çeksen ne olur sanki?” Aşağılıyor onu. Babam böyle konuşur, ama televizyon seyretmez. Tanrı bilir otuzbir de çekmez. Babaannem araya girmeye çalışıyor. Ablamsa avazı çıktığı kadar bağırıyor. Annemin birazdan böbrek sancısı tutar. Kasılır kalır. Salondaki sert kanepeye sırtüstü uzanır. Gözü duvardaki gençlik resmine takılacak olursa başını çevirir. Belki ağlar da... Gözyaşları, dinmeyen sızılarına mıdır, yoksa mutsuz çocuklarına mı?
Annesine daha başka bir yaşam yakıştırdı:
İnce uzun parmaklı elleriyle elyazması değerli bir kitabı karıştırmalıydı. Pahalı parfümünün cezbedici kokusundan kendisini alamayan antikacı,
“Kaçıncı yüzyıldan kalma bu kitap?” sorusunu ikinci soruşunda anlayabilmeliydi.
Uyandığında başucunda sevgilisinin bıraktığı iki dizelik şiiri bulmalıydı. Uzun kirpiklerini aralayarak bir sis perdesinin ardından ince uçlu siyah mürekkepli kalemle yazılmış şiiri ağır ağır okumalıydı. Gülümsemeliydi. Gülümseyişini yatağına gelen kahvaltı tepsisindeki gümüş şekerliğin üzerinde de görmeliydi. “Ne kadar mutluyum,” diye geçirmeliydi aklından. Hemen ardından düşünmeliydi: “En son ne zaman mutsuz oldum?”
Hatırlaması biraz zaman almalıydı, inci kolyesinin kopuverip tanelerinin ortalığa saçıldığı günü... Hayır, inci kolyesinin kopması mutsuz etmemişti onu, yalnızca yere eğilip o kalabalıkta inci tanelerini toplamak istemeyişine üzülmüştü.
Annemin ağrıları dinmiş olmalı ki ayak sesleri geliyor. Sonra ablama çocuğun üzerini örtmesini söylüyor. Ablam yine telefon başında. Bu konuşması da ötekiler gibi uzun sürecek ve yine mutsuz evliliğini anlatıp duracak. Küçük kardeşinin komünist olduğuna ne kadar üzüldüğünü de söylemeden edemeyecek. Şimdi konuşurken sol bacağını sürekli sallayıp duruyordur. Annem kaş göz işaretleriyle konuşmasını bitirmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordur.
Babaanne, her zamanki gibi şeytan tırnaklarını kesiyordur. ‘Şeytan tırnağı’ ne kötü bir deyim. Küçükken bende de çok çıkardı.
Televizyonu kapattılar. Babaanne birazdan sessizlikten sıkılır, radyoyu açmalarını söyler. Sevdiği şarkıları duyunca kendisi de başlar mırıldanmaya.
Uçuk eflatun giysisi üzerinde, ‘Sahibinin Sesi’ marka gramofonun kolunu çeviriyor. Evin üç kızı ve arkadaşları tango öğrenmeye çalışıyorlar. Ayakkabıları yeni. Rengi gülkurusu gibi. Elörgüsü alacalı halının üzerinde ne kadar zarif kalıyorlar. Kaşları yok denecek kadar ince alınmış. Dudaklarını artık hafifçe boyayabiliyor. Ara sıra kapatıyor gözlerini, başlıyor tangonun sözlerini mırıldanmaya... Annesi, daha doğrusu babası, saçlarını kestirmesine izin vermiyor. Oysa ne çok istiyor kısacık saçları olmasını. Birden şeytan tırnaklarını fark ediyor. Bırakıyor tangoyu, şeytan tırnaklarını kesmeye gidiyor.
Çok yaşlandı babaanne. Birazdan tango öğrenmeye başladığı gençlik yıllarını anlatmaya başlar.
Annem yine bir karafatma yakalamış. Yan tarafta fırın var. Bu yüzden ev karafatma kaynar. Yine tuvalete attı yakaladığı karafatmayı. Sifonu da çekti. Babam sinirlendi: “Bir böcek için bu kadar su harcanır mı?” diye.
Sonra ben o böcek oldum:
Kocaman bir insan eli tiksinerek kavradı bedenimi. Derin bir su çukuruna düştüm. Buradan çıkamayacağımı biliyordum. Bu kadar ağır olabilir miydi su? Binlerce kez döndüm. Sonsuza kadar sürecek bir devinimdi bu.
Vazgeçtim. Devinim sürüyor. Bağırmalıyım. İşte odama birisi girdi. Sorması gerekli soruyu soruyor. Devinim sürüyor, ben sesimi çıkaramıyorum. Yavaşça kapatıyor pencereyi. Artık toprak kokusunu duyamıyorum. Bir kolum yataktan aşağıya sallanıyor. Kolumu alıp bedenime bitiştiriyor. Anne, vazgeçtim. Yanağımdan öpüp saçlarımı okşuyorsun. Belki daha soğumadım, ama artık soluk almıyorum, görmüyor musun? Anne, gözaltındaki torbalara ne oldu. Alnındaki derin çizgiler? Düğüne mi gidiyoruz yine? Yoo, siz düğünden gelmişsiniz, üzerindeki giysinin etekleri buruşmuş. Bu giysi mor değil miydi? Yoksa bir de fıstık yeşili mi vardı? Sedefli düğmelerini niçin söktün? Saçlarının diri dalgaları çözülmüş. Oysa kırmızı rujun hâlâ dudağında.
Anne, vazgeçtim diyorum. Duymuyor...
Kardeşim giriyor odaya.
Elinde bir kutu boya ve fırça var.
“Babamın odasına,” diyor gülerek; –gülmekten konuşamıyor– “duvarlarına yazılar yazdım. Dedim ki: ‘Faşistlere ölüm, kurtuluşumuz yakın.’ Bunları kıpkırmızı boyalarla yazdım duvarlara.”
Hâlâ gülüyor. Gözlerini kısmış, bazen iki büklüm oluyor. “Sonra çıkardım bıçağı,” diyor. “Senin gibi faşist köpeği doğramalı dedim. Korktu. Şişko bedenini duvara dayadım. Pantolonunun önünü açıp otuzbir çek, diye bağırdım. Bıçağı iyice yaklaştırdım karnına. Otuzbir çekti gözlerimin önünde. Ben gülmeye başlayınca durdu bir an. Tekrar dayadım bıçağı karın boşluğuna, devam etti.”
Odadan gülerek çıkıyor. Merdivenleri ağır ağır çıkarken kahkahası geliyor hâlâ.
Elinde fincan, babaanne giriyor odaya. Üzerinde uçuk eflatun bir giysi, fermuarını kapamamış. Fala niyet tutulmuş kahve fincanını aynalı dolabın üzerine koyuyor.
“Makas nerede?” diyor aceleyle.
Çekmeceleri hızla çekip kapatıyor. Makası buluyor sonunda. Uzun beyaz saçlarını bir kerede kısacık kesiveriyor. Sonra eline saç fırçasını alıp özenle tarıyor.
“Ne güzel oldum,” diyor. “Niçin izin vermediler ki bunca zaman saçlarımı kestirmeme. Önce babam, sonra kocam, sonra da oğlum. Bak ne güzel oldum. Bak ne güzel oldum.”
Şimdi kendi kendine dans ediyor. Sonra birden iki elini yan yana getirip bana doğru uzatıyor.
“Bak, şeytan tırnaklarımın hepsini kestim.”
Aklına dolabın üzerine koyduğu kahve fincanı geliyor.
“Senin için kapattım bu falı,” diyor.
Başucuma oturup başlıyor fal bakmaya:
“Hanene ay doğacak; apak fincanının dibi.”
Sonra hızla pencerenin kenarına gidiyor. İçeri sızan soluk ışıkta tekrar bakıyor fincana, diyor ki:
“Bir tek kahve tortusu bile yok.”
Gözlerini dehşetle üzerime çeviriyor:
“Sen ölmüşsün.”
Yattığım yerden gökyüzünü görüyorum. Gökyüzü yıldızsız. Hava yarın kapalı olacak...


Ahmet Altan' ın yazdıklarını okumam gerekir gibi hissettiğim bir dönem vardı hayatımda, sanırım 22- 23 yaş civarı..Bu kitap da yanılmıyorsam o dönemime rast gelir..

Rast geldiği bir başka şey ise Ahmet Altan' ın Amerikan filmlerinden kopya çektiğini düşündüğüm içimi bayan ve "ben" olmayan bir ruh halidir..

İnsanlar gerçek hayatta genellikle böyle yaşamamaktadırlar ya da yaşayan bir kesim varsa da bu kesim sağlıksız ruh halinden muzdarip, obez egolara sahip, narsistik buhranlar geçiren zavallı bir kitledir.

Aldatmak ise..Özetle zengin ve kariyerli bir kadın heyecanlanıyor bir erkek için, cinselliği de barındıran türden bir heyecan bu..Sonra birşeyler yaşıyorlar ama bitiyor..Kadın aynı heyecanı sürdürmek için kleptomanik bir ruh haline bürünüyor, çalıyor..Sonra ortaya çıkıyor..Sonra kitap bitiyor..Sonra ben sıkılıyorum bu tür kitaplardan, bir daha Ahmet Altan okumuyorum..

Bir de bu kitabın çalıntı olduğu iddiası da var ki..



Ahmet Ümit' in diğer kitaplarını öğrencilik yıllarımda evden okula giderken ve dönerken okudum otobüslerde. Kolay okunan ve bende merak uyandıran kitaplardı hepsi. Ama Bab- ı Esrar' ı meraktan değil, Aşk' ı okuduysan bir de bunu oku diyenlerin sözünü dinlediğimden okudum.

Bence Aşk ve Bab- ı Esrar aynı türün romanları olmadıkları gibi aynı cümle içinde eleştirilmemeliler de. Aşk tasavvufi bir birikimin özü bence, Elif Şafak adına..Bab- ı Esrar' da ise sığ bir tasavvuf içselleştirmesi, garip ve mistik bir kurgu var..

Yani bence olmamış..Ne maneviyatıma ne de cinayet romanları seven içimdeki küçük kıza hitap edemedi.

Ve de bence Kimya Hatun' u Şems öldürmedi..



Önce Aşk' ı okudum..Sonra Kimya Hatun' u oku dediler, aldım okudum.

Herşeyden önce kötü bir çeviri olduğunu belirtmem gerek..Çeviri hatalarının dışında yazardan kaynaklanan tutarsız bir anlatım dili var, bazen Kimya Hatun anlatıyor bazen yazar, ama bu geçişler ani ve anlatım bozukluğuna sebep olacak şekilde özensiz..

Kitapta ise..Kimya Hatun Mevlana' nın üvey kızı..Aşk' ta eti senin kemiği benim diye Mevlana' ya teslim edilmiş bir mürit idi, bu romanda ise Mevlana' nın ikinci eşinin ilk evliliğinden olan kızı..

Mevlana' nın haremi sıkıcı, boğucu ve fazla tutucu..Dedikodu dolu..Kimya Hatun burda sıkılıyor..Tek eğlencesi Alaaddin ve onunla geçirdiği zamanlar..Şems geliyor birgün, herşey daha da kötü oluyor. Mevlana adeta yoldan çıkıyor(!). Dindar olsam burda töbe haşa derdim değil mi, ama öyle, yani bu kitapta öyle.Mevlana yoldan çıkıp içki, müzik ve eğlence alemlerine dalıyor. Şems de öylesine nefsine düşkün ki, Kimya Hatun' a aşık oluyor ve onu kendine eş olarak alıyor..Çok kıskanıyor, eve kapatıyor, derken döve döve öldürüyor Kimya Hatun' u..

Olur mu böyle şey?!?Bu kitap bende öfke uyandırdı desem, cehaleti çağrıştırdı desem, taraflı yazılmış desem, bence yalan dolan dolu desem..Desem ha desem..İnanmadım desem..

Şems gibi bir güneşin, Mevlana' nın güneşinin, bunca nefsiyle ve zaaflarıyla hareket etmesi, bunca zaafının esiri olması, bir canlıya bilerek ve isteyerek acı vermesi, aşk dolu Mevlana' nın da buna ses etmemesi..

Bu kitabı okumasanız da olur desem..

...Baba sevgisinden mahrum kalmış olmam,beyaz hayat defterimdeki tek kara lekeydi.Şimdiye dek kimse bana gerçek aşkın erkeklere ait bir hak olduğunu,dolayısıyla babam olsun veya olmasın bir erkeğin eninde sonunda annemi benden alacağını ve beni bir düğün alayının çıkardığı toz bulutları arkasında yalnız bırakacağını anlatmamıştı...



Orhan Pamuk' un ikinci romanı.

Üç kardeş babaannelerini ziyaret etmek için İstanbul' a yakın Cennethisar kasabasına gidip orada bir hafta geçiriyorlar ve roman bölüm bölüm birinci tekil kişilerin ağzından anlatıyor olan biteni..Torunlardan biri tarihçi, biri devrimci, diğeri ise zengin olmak istiyor. Babanneye bakan bir de cüce Recep var..

Okuduğum en gerçekçi romanlardan biri, -mış gibi yapmayan ve "evet trajik ama hayat bu" dedirten yaşantılar..

Roman 1984 Madaralı Roman Ödülü' nü ve 1991 Prix de La Découverte Européenne (Avrupa Keşif Ödülü) almış..

En aklımdan çıkmayan ise Anadol..Bir Anadol' um olsun istediğimi çok net hatırlıyorum..


Öğrencilik yıllarımın vazgeçilmezlerinden biridir bu kitap..Ve de çok sevgili Irvin Yalom..Keşke bir dönem öğrencisi olabilsem dediğim hoca..

Kitap Nietzche' nin hayatını psikanalizden beslenerek anlatıyor..19. yüzyılda yaşamış psikanalizin kurucusu Sigmund Freud' a Josef Breuer ve Lou Salome eşlik ediyorlar roman kahramanı olarak..

Nietzche' yi henüz kimse tanımıyor, hayatını izole olmuş bir şekilde sürdürüyor ve umutsuz..Lou Salome onu Josef Breuer' e götürüyor..Psikanalizin gizli kurucularından Dr. Breuer biraz da Salome' nin güzelliğinin ve entellektüel gücünün etkisiyle tedavisini üstleniyor..

Kitabı okuyunca psikanaliz tarihinde Breuer' in önemli yerini daha iyi kavrıyorsunuz, Freud' un beslendiği sosyal çevreyi ve de..Freud ve Breuer arasındaki psikanalize dair diyolaglardan ayrı bir kitap çıkar bence..


...İnsanlar vedalaşırken, genellikle olayın sürekliliğini inkar eden sözler dile getirmeyi severler: Birbirlerinden ayrılırken 'Auf Wiedersehen' yani tekrar görüşene kadar, derler. Yeni bir araya gelme planları yapmakta çok aceleci davranırlar, ama bunu unutmakta daha da acelecidirler...
"Bilinçli bir anınız yok" dedi Nietzsche. "Ama anılarımızın çoğu bilinçaltında varlığını sürdürür."
"Yaşarken yaşayın!"



Ece Temelkuran' ı yıllar önce Kapadokya' da bir kadın zirvesinde dinlemiştim, bana fazla maskulen ve fazla iddialı gelmişti, belki de heyecanlıdır ve böyle örtüyordur üstünü diye geçiştirmiştim, anlattıklarına katılıyordum çünkü..Anlattıkları kadın olmak,erkek olmak ve bu bu haller üzerineydi..

Ağrı' nın Derinliği' nde ise Türk olmak ve Ermeni olmak üzerine yazmış..Ermeni olmak üzerine yazmış demek bence daha doğru çünkü araştırması hep bu yöne kaymış, Paris ve ABD' deki Ermeni Lobisi' nin önde gelen isimleri ile görüşmüş, Ermenistan' a gitmiş ve "içi titreyerek" Soykırım Müzesi' ni gezmiş, Türk tarihçilerle konuşmamaış ama ya da onların anlattıklarına içi titrediyse de bizi haberdar etmemiş bu ruh halinden..Onların acılarını ve gerekçelerini dinlemiş hep , Türklerin değil..

Ben sokakta kavga eden iki çocuk görsem, önce dayak yemiş olanın saçını okşarım haksız o olsa bile,dayak atan birşekilde daha güçlü ve dövülmenin ezikliği ile baş etmek zorunda değil diye, dayak yemek ruhu da çok acıtır diye..Öteki zaten öfkesini atarak biraz iyi etmiştir kendini diye..Ama sonra döner dayak atanı da ddinlerim mutlaka, genellikle anlatırken onun da dudakları titrer, onun ruhuna da ağır gelmiştir yaşadıkları, zaten almıştır alması gereken dersi kendiliğinden çoğu zaman, hele bir de damgalanma ve dışlanma korkusu öyle ürkek yapar ki onu da, yersiz savunmalar bile kaçınılmazdır..

Şimdi bu kitapta Ermeniler yerde yatan dayak yemiş çocuk,ve yazar bizi tam olarak anlattığım ruh haline büründürmek istiyor..Yani onu iyi etmeye uğraşıyor ama tarafsız kalmak için de anlamsız bir çaba içinde..Sadece dayak yiyenin saçlarını okşayarak tarafsız kalınmayacağını öğretmemiş olabilir mi hayat ona, bilmiyor mudur dönüp ötekine neden yaptın demesi gerektiğini ve illa ki sonuna ne için olursa olsun, haklı da olsan bu kadarını yapmamalıydın demenin gerçek adalet olduğunu..

Sadece dayak yemiş olmanın tek başına masumiyeti temsil etmediğini bilmemek mümkün müdür..

Kitapta Ermenilerin en büyük problemi soykırım iddiaları değil de vatansızlıkları, bu topraklarda yani Anadolu' da bir zamanlar yaşadıklarının hatırlanmasını istemeleri imiş gibi bir aktarım söz konusu..Ağrı Dağına olan aşkları..Çocuklarını da bu özlemle ve bu acının aktarımıyla büyüttükleri..Eğer sadece bu ise Ermeni meselesi, saygı ile kucaklarım bu özlemi, hep birlikte hatırlayalım, burası onların da vatanı idi bir zamanlar derim en ön saflarda..

“ Ben senin bir zamanlar öldüğünü ispatlamanı istemiyorum. Ben, benim ülkemin senin bir zamanlar bu topraklarda yaşadığını hatırlamasını istiyorum, bu daha önemli, bu daha gerekli şimdi.. ”



Kütüphanemde bekleyen ama elime aldığımda iki günde biten türden..İki gün boyunca neden o kadar çok yemek yediğimi ve doy-a-madığımı düşününce, gerçekçi anlatımına ve Behçet Necatigil' in muhteşem çevirisine suç bulmamak mümkün değil..

Kitabı okurken açlıktan ne kadar korktuğumu fark ettim..Ahlaklı olmanın hiç bir durumda kişiyi terk etmediğini ve de..Bu ahlaklı kitap kahramanı 1800 lü yıllarda yaşıyor, çoğu zaman aç ve tek geçim kaynağı yazdığı makaleler, ama açlığın sebep olduğu fizyolojik ve psikolojik buhranlar çoğu zaman yazmasına da engel oluyor..Kitap bunu anlatıyor; açlığı, yazamayı ve yazamayacak hale gelmeyi, ahlaklı olmayı ve kalabilmeyi, açlığın kişiyi ne hale getirdiğini..

Knut Hamsun Nobel Ödüllü bir yazar, başarıyı yakalamaya başladığı eseri ise "Açlık", öncesindeyse açlık onun da hayatının gerçeklerinden biri,inadırıcılığını buna borçlu bu kitap..



...Latin şairi Juvenalis demiş ki; "Saygıların en büyüğünü çocuğa borçluyuz"...



İtalya'nın ilk kadın doktoru Maria Montessori' nin yazdığı Annelik Sanatı' nda bugünlerde aklım..Rüzgar 6 aylıkken okumuştum, şimdi yaklaşık 14 aylıkken ve evde "Ben de varım!!!" vurguları artmışken tekrar okudum altını çizdiğim her satırını..Yazmassam olmaz dedim..


Bir:
Çocuğun kişilik gelişiminin çocuk adına çilelerle dolu olduğunu; çocuğun yeteneklerini hayata geçirmek için ortaya koyduğu çabanın saygıya değer olduğunu ve de bunu başarabilen çocukların coşkunluğunu anlatıyor her fırsatta kitap ve en can alıcı cümlelerden biri; çocuğun insanoğlunun babası olduğu..


İki:
Her çocuğun bir duyarlılık dönemi hatta dönemleri olduğuna dair örnek şahane.Kelebek yumurtasındaki tırtıl kabuğunu delip dışarı çıktığında ışığa duyarlıdır, ışık sayesinde dalın ucuna ilerler ve taze yapraklarla oburluğunu giderir.Tırtıl başka besinler yiyecek kadar büyüyünce ışığa duyarlılığını kaybeder!!!Yani bu duyarlılık döneminin yararlılığı bitmiştir; çocukların duyarlılık dönemleri temel öğrenme açlıklarını tam da duyarlı oldukları dönemde gidermeleri gerekliliği ile çok önemsenmelidir.Eğer bir duyarlılık dönemi es geçilirse o döneme has bir keşif olanağı bir daha gelmemek üzere yok olur.Bu duyarlılık dönemleri aşağı yukarı beş yaşına kadar sürermiş ve de.



Üç:
Çocukların kapris olarak nitelendirilen halleri mutlaka dikkate alınmalıdır.Bu hallerden sonra sıklıkla sakin bir döneme girer çocuk.O zaman bu hallerinin nedeni bulunmalı ve ihtiyaçları giderilmelidir.Nedeni bulduğumuz zaman çocuğu anlayabilir ve onunla işbirliği yapabiliriz.Çocuğun kendince tutturduğu gelişim yoluna "Onu yapma, bunun için çok küçüksün" diyerek engeller koyduğumuzda aldığı hallere sıkça huysuzluk der geçeriz.Ama nasıl ki her hastalık aslında işlevselse, yani bedenimize mücadele etmeyi öğretiyorsa; huysuzluğu da böyle değerlendirmeliyiz, yani çocuğun ilk huysuzlukları ruhunun ilk hastalıklarıdır.Her çocukça tepkinin huysuzluk olduğunu söylemek kolay, ama huysuzluk öyle sanıldığı kadar basit birşey değil ki. Huysuzluk herşeyden önce çözümlenmesi gereken bir sorundur.



Dört:
Hep der ya büyükler biz daha şanslı çocuklardık, kalabalıklarda ve oyunlarla büyüdük diye, Montessori de buna vurgu yapıyor.Belki o zamanlarda bedenleri daha büyük tehlike altındaydı çocukların, tıp bu kadar ilerlemiş değildi, çocuk ölümleri daha fazlaydı ama şimdi de çocuklarımızın ruhları tehlike altında.


Beş:
Evde düzen düzen diye tutturmam boşuna değilmiş, çocuklu ev dağinik olur diyenlere "Hayır, oğlumun bu dağınıklığı içselleştirmesini ve normal farz etmesini istemiyorum" dedim hep.O dağıttı ben topladım, şimdilerde onu da dahil etmeye başladım, gayet iyi kotarıyoruz anne oğul.Çocuğun düzene karşı son derece duyarlı olduğu aşama, önemli olduğu kadar esrarlı bir aşama imiş. Bu duyarlılık, çocukta bir yaşındayken başlayip iki yaşına kadar sürermiş.Çocukların doğaları gereği düzensiz olduklarına inanıla gelindiği için, dış düzene yönelik bir duyarlılık aşaması geçirmesini garipseyenler yanılıyorlarmış.Kitaptaki şu cümle özetliyor zaten herşeyi: "Çocuk çevresi tarafından biçimlendiğine göre, belli belirsiz bir yapıcı formulle yetinemiyor; ona kesin, dakik ve kararlı klavuzlar gerekli oluyor."



Altı:
Çocuk öyle amaçsız koşup zıplamaz.Sırf ortalığı alt üst etmek için onu bunu ellemez. Yapıcı hareketleri, yetişkinlerin hareketlerine dayanmaktadır. Onlara bakıp eşyaları nasıl kullandıklarını izleyerek işe girişir, onları taklit eder. Çocuk etraftaki yetişkinler gibi hareket etmeye çalışır, onların kullandıkları nesnelere el atar...Konuştuğum her anne çocuğunu oyuncaklardan çok gerçek hayat materyalleri ile ilgilendiğini söyler durur buna şaşırarak, kitabın bu konuda da söyledikleri var: "Büyüklerin bir başka yanılgısı da çocukların sırf renkli nesnelerle, cırlak renklerle ve şamata ile ilgilendiklerini sanmalarıdır."




Yedi:
Çocuk için yere yakın, doğru dürüst bir sedir hazırlanmalı, istediği zaman yatsın, istediği zaman kalksın. diyor Montessori, kendi tercih ettiği zamanlarda ulaşılabilir bir yatağının olması fikri içimi ısıtıyor, bunun hazırlığını yapıyorum..Tam da kendi seçimlerinde ısrarcı olduğu bir döneme geçmişken, uykunun seçenek olarak sunulması çok mantıklı.



Sekiz:
Üst düzeydeki hayvanlar yavrularının ihtiyaçlarına kendilerini ayarlarken, içgüdüsel olarak böyle hareket ederler.Anası yavru fili sürünün arasına getirdiği zaman, koskoca hayvanlar adımlarını yavrunun adımlarına göre ayarlarlar, yorulup durunca onlar da durur. Bizler ise şahane pusetler alırız yavrularımıza, sıklıkla şehir hayatına ve bize ayak uyduramayacaklarını bildiğimizden onlar pusette biz koşarak yaparız her işimizi.Gezmeye çıkardıkları zaman pekala yürüyebildiği halde arabaya oturturlar.Ben şimdilerde sırt çantama Rüzgar' a ne lazımsa koyup onun adımlarına uyuyorum dışarda.Her akşamüzeri iki saat, şükür ki zaman sıkıntım yok, olsaydı da 15 dakikamız bile olsa böyle geçirmesini sağlardım.. Sokakta her şeyle ayrı ayrı ilgileniyor, bazen bir karıncayı izliyor aralıksız 5 dakika.Ben napıyorum, duruyorum!!! Saygıyla onun keşiflerine onun kadar heyecanlamaya gayret ediyorum.



Dokuz:
Her çocuğun bir yaşam ritmi vardır ve ritm dilediğiniz anda değiştirebileceğimiz rastgele bir kavram değildir.Ona yardım bahanesi ile fincanı elinden alıp ben içireyim sana diye abanırız üzerine.Aslına dileğimiz yardım değil, bu kendimizinkine yabancı hareket ritmine son vermektir.Yetişkinler çocuğa aşağı yukarı böyle davranırlar.Bilinçsizce kalkar, çocuğun o doğal ama ağır ve hesaplı hareketlerini engellerler.Böylece bir sinek kovarmış gibi o tedirginlik konusunu ortadan kaldırıverir.Ama hangimizin aklına gelir ki yaptığımız o yersiz yardımlarla çocuğun yaşamını zehir etmekteyiz. Bunlar ömür boyunca acısını çekeceği çeşitli baskıların başlangıcıdır.



On:
Özetle Montessori der ki:
Alıştırmanın tekrarını ister çocuk, bıkamadan usanmadan, öğrenene kadar defalarca, bunu yapmalıyız mutlaka.
Özgür seçim yapmak ister, saygı duymalıyız.
Oyuncaklar' a ve oyuna bakışı Montessori metodunun en çok tartışılan noktalarından biri,kitapta diyor ki: "Elimizde önemli bir iş, önümüzde görülecek hatırı sayılır bir ödev varken hangimizin aklına oyun oynamak gelir, çocuk da öyle. Elinde önemli bir iş varken tutup da oyunla neden uğraşsın. Çocuk hiç durmaz, daha aşağı bir düzeyden daha üstüne çıkmaya savaşıp uğraştığı için her dakikasının her anının büyük değeri vardır. Oyuncakla oynama bu en nazik döneminde daha yüksek bir yaşamın temellerini atmakla uğraşması gereken çocuğa tanınan tek özgürlüktür. Dikkate değer bir seziyle psikanalistler hayal gücünün anormal gelişmeleriyle oyuna karşı aşırı ilgi belirtilerini ruhsal kaçış diye adlandırmıştır. Bunlara özellikle yetişkinlere fazla bağımlı çocuklarda rastlanır"
Ödüller ve cezalar 'ı gereksiz bulur Montessori yöntemi. Ödülün motivasyon arttırıcı olmadığını, çocuğun zaten özgür iradesi ile seçtiği ve ona dayatılmamış herşeyle ilgilendiğini; cezanın ise biz yetişkinlere göre hatalı olan davranışı azaltmadığını söyler. Temelde her ikisine de katılsam da biraz övgü biraz eleştiri hayatın tuzu biberi, benim en temel motivasyon kaynaklarımdır hayatta..
Sessizlik
Onur
Disiplin



Yöntem:
Alıştırmanın tekrarı
Özgür seçim
Hata deneyimi
Hareketlerin çözümlenmesi
Sessizlik alıştırması
Sosyal ilişkilerde düzgün davranış
Çevrede düzen
Kişisel temizliğe özen
Duyuların eğitimi
Okumadan ayrı yazma
Okumadan önce yazma
Kitapsız okuma
Özgür faaliyetli disiplin



Yöntemin uzak durdukları:
Ödüller ve cezalar
İmla klavuzları
Toplu dersler
Program ve sınavlar
Oyuncaklar ve şekerlemeler
Öğretmen masası
...

SONSÖZ
O çoğalmalı, ben azalmalıyım...



Önceki Kayıtlar